30 Temmuz 2010 Cuma

Latif Salihoğlu'nun Bir Yazısı...

Latif Salihoğlu'nun 2 Aralık Cumartesi kaleme aldığı bir yazıyı burada hatırlatmanın iyi olacağını düşündüm.  Yeni Asya Gazetesi'nde yayımlanan yazı, yakın tariha küçük bir kapı açıyor. Buyurun okuyalım:
2 Aralık 1928: Bir ay evvel yapılan "harf inkılâbı" hızla yaygınlaştırıldı; bugün itibariyle de, bütün gazete yazıları ve sokak isimlerinin Latin harfleriyle yazılması mecburiyeti getirildi.
Harf inkılâbının birden yapılması ve uygulamasının da çok sert biçimde sürdürülmesi, tamiri ve telâfisi imkânsız zararlara yol açtı. Milletin yüzde 99'u bir günde cahil bir duruma düşürüldü.
Bütün ömrünü okumayla, ilim tahsili ile geçirenler, bir gün içinde "hiçbir işe yaramaz" hale getirildi.
Zira, öyle bir inkılâp yapıldı ki, bununla sadece yeni harflerin okunması mecburiyeti getirilmedi; aynı zamanda, eski harflerin (yani İslâm harflerine dayalı Osmanlıcanın) de kesinkes yasaklanması cihetine gidildi.
Kısacası, eskiye ait ne varsa tarih mezarlığına gömülmeye çalışıldı. Böylece 80 yaşındaki bir âlim, 8 yaşındaki çoğun bile gerisine düşürülmüş oldu.
Harf devrimi günlerinde "orta yolu" bulma arayışları çerçevesinde yapılan "Yeniyi mecbur edelim; ama, hiç olmazsa eskiyi yasaklamayalım" teklifleri dahi en sert şekilde yüzgeri edildi.
İslâm yazısına "Arap yazısı" damgası vurulurken, Latin yazısı da—hiçbir alâkası olmadığı halde—"Türk harfleri" diye yutturulmaya çalışıldı.
Oysa, Türk harfleri olsa olsa Göktürkler'in de kullanmış olduğu "Uygur harfleri" olabilirdi. Ki, Türkler İslâmiyeti kabul ettikten sonra bile, bu Uygur yazısını uzun süre kullanmışlar ve hiçbir şekilde "yasak" engeliyle karşılaşmamışlardır.
Uygurcanın terki, zamanla ve fıtrî bir seyir içinde olmuştur.
Türklerin İslâm harflerine dayalı geliştirmiş oldukları Osmanlıca'yı ise, kelimenin tam anlamıyla bir "medeniyet lisanı" haline getirmişlerdir. Zaman içinde gelişen bu Osmanlıca lisanında kullanılan harf sayısı 36'ya varmıştı.
Bu, Türkçe'nin gerek telaffuz (fonetik) ve gerekse şekil itibariyle zirveye ulaştığı, mükemmeli yakaladığı anlamına geliyordu. Şimdi kullanılan ve 28 harfle sınırlandırılan Latin alfabesi ise, Türkçe'nin söz ve yazı dilindeki incelik gerektiren ihtiyacını karşılamaktan çok uzaktır.
Latif Salihoglu- 2 Aralık Cumartesi- Yeni Asya

Gediktepe Baskınının Saati Bile Jandarmaya Bildirilmiş!

Hatırlayacaksınız, Gediktepe Taburuna yapılan baskın sonucunda 11 askerimizi şehit verdik. Konuyla ilgili bir takım iddialar ortaya atılmış, ihmal mi, ihanet mi tartışmaları yapılmıştı. Taraf Gazetesi bugün bir belge daha yayımladı. Emniyetten Jandarmaya gönderildiği öne sürülen belgede saldırının saati bile yazıyor.
Şimdi bu ihmal mi ihanet mi?
Yoksa bilmediğimiz başka şeyler mi var...

Emniyet'ten Jandarmaya gönderilen uyarı faksı.
Uyarı faksında şu ifadelere yer veriliyor: "Güvenilir bir kaynaktan alınan bir bilgide, PKK, 17.6. 2010 tarihinde Tekeli Taburu veya Tekeli Taburu'na bağlı bulunan Hacı Bektaş Dağı civarındaki askerî birliğe (Saldırı yapılma ihtimali çok yüksek) gündüz vakitlerinde büyük bir olasılıkla saat 14:00-15:00 veya 15:00-16:00 arası yapılacağı bilgisi alınmıştır. Arz ederim." Haberin ayrıntılarını buradan okuyabilirsiniz.

29 Temmuz 2010 Perşembe

Anayasa Değişikliği - Madde 10


 1982 Anayasasında Madde 10 şöyle:

X. Kanun önünde eşitlik
MADDE 10 - Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi   inanç,   din,    mezhep   ve   benzeri   sebeplerle   ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. 
Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. 
Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. 
Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.
 12 Eylül'de EVET denilirse şöyle olacak:

X. Kanun önünde eşitlik
MADDE 10 – Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi   inanç,   din,   mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.
Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama   geçmesini   sağlamakla   yükümlüdür. Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz.  
Çocuklar, yaşlılar ve engelliler gibi özel surette korunması gerekenler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılamaz. 
Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. 
Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.

Diğer maddeleri de sırayla aktarmaya devam edeceğim.    

28 Temmuz 2010 Çarşamba

Derin Devlet ve PKK

Gündemi yakından takip edenler sanırım Avukat Hüseyin Yıldırım ismini hatırlayacaktır. Unutanlara, bir dönem teröristbaşı Abdullah Öcalan'a en yakın isimlerden biri olduğunu hatırlatalım. Haine en yakın isimlerden biri olan bu zatın Taraf Gazetesi'ne verdiği röportajdan bir bölümünü Zaman Gazetesi internet sitesine taşıdı. Bir bölümünü aktarıp haberin linkini ekleyeceğim:
Taraf Gazetesi'nden Neşe Düzel'e konuşan Yıldırım, Türklerle Kürtleri Ergenekon'un çatıştırmak istediğini söyledi. "Silahların patlaması isteniyor. Öcalan'ın eline bir program verdiler, onu uyguluyor. Öcalan PKK'ya, derin devlet de Öcalan'a hakim." diyen Yıldırım, Ergenekon tasfiye edilmeden bu topraklarda kaos ortamının bitmeyeceğini vurguladı. Referandumla ilgili BDP'nin politikalarını tutarsız bulan Yıldırım, "Anayasa değişikliği, Kürtlerin de Türklerin de lehine olan bir demokratik değişim. Bunu nasıl boykot edersin? BDP hatalarını görmezse çok şey kaybeder." uyarısını yaptı. Teröristbaşı Öcalan teslim olduktan sonra PKK'da bir dağılma sürecinin başladığını da anlatan Yıldırım şu iddiayı dile getirdi: "PKK'nın dağılma sürecini durdurmak için 'Asrın Avukat Bürosu' diye Genelkurmay onaylı yüzden fazla avukatlı bir yapı tesis ettiler. Öcalan'ı ve PKK'yı bu avukatlar yönetiyor."
Yıldırım'ın iddiaları yenilir yutulur cinsten değil. "Kesin böyledir" diyemiyorum ama "böyle olamaz" da diyemiyorum. "Balyoz", "Heron ihaneti" ve benzeri ses kayıtlarını işittiğimiz günümüzde, Yıldırım'ın iddiaları pek desteksiz kalmıyor gibi duruyor. Ordumuzun, darbe yanlısı generallerden temizlenmesi, vatanperver komutanlarca idare edilmesi en büyük arzum. Allahu Teala bu milleti yeniden İslamın sancaktarlığına taşır inşallah. Haberin tamamını buradan okuyabilirsiniz.

Maiz'in tevbesi...

Mâiz b. Mâlik, Hz. Peygamber'e gelerek "Beni temizle" dedi. Hz. peygamber "Yazık sana, çık git, Allah'a tövbe ve istiğfar et" buyurdu. Mâiz, pek uzaklaşmadan geri döndü ve "Ey Allah'ın Resulu! Beni temizle" dedi. Hz. Peygamber aynı sözlerle üç defa daha geri gönderdi. Dördüncü ikrarında "Seni hangi konuda temizleyeyim?" diye sordu. Mâiz; "Zinadan" dedi. Hz. Peygamber "Bunda akıl hastalığı var mıdır?" diye sordu. Böyle bir rahatsızlığı olmadığını söylediler. "Şarap içmiş olabilir mi?" diye sordu. Bir adam kalkıp içki kontrolü yaptı. Onda şarap kokusu tesbit edemedi. Hz. Peygamber tekrar "sen zina ettin mi?" diye sordu. Mâiz "Evet" cevabını verdi. Artık emir buyurdular ve Mâiz recmedildi. Recimden sonra onun hakkında sahabiler iki kısma ayrıldılar. Bir bölümü Mâiz'in helâk olduğunu, başka bir grup ise onun en faziletli tövbeyi yaptığını söylediler. Bu farklı yaklaşım üç gün sürdü. Daha sonra yanlarına gelen Resulullah (s.a.s) "Mâiz b. Mâlik için dua edin" buyurdu. "Allah Mâiz'e mağfiret eylesin" dediler. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Mâiz öyle bir tövbe etti ki, bu tövbe bir ümmet arasında paylaştırılırsa onlara yeterdi" (Müslim, Hudûd, 22; eş-Şevkânî, Neylül-Evtâr, VII, 95,109; ez-Zeylaî, Nasbu'r-Râye, III, 314 vd.)