12 Eylül 2011 Pazartesi

TUZLU KAHVE


Mutlaka okumuşsunuzdur ama bir kere daha hatırlamak zarar getirmez.
Günümüzde tuzlu kahve içenler hep kaybeden olsa da okumaya ve anlamaya değer.
Hikayeyi kimin yazdığını bilmiyorum. Yazanın da bize ulaşmasını sağlayanların da ellerine sağlık.
Buyurun:

Kıza bir partide rastlamıştı.. Harika birşeydi. O gün peşinde o kadar
delikanlı vardı ki... Partinin sonunda kızı kahve içmeye davet etti.
Kız parti boyu dikkatini çekmeyen oğlanın davetine şaşırdı ama tam bir
kibarlık gösterisi yaparak kabul etti. Hemen köşedeki şirin kafeye oturdular.
Delikanlı öyle heyecanlıydı ki, kalbinin çarpmasından konuşamıyordu.
Onun bu hali kızın da huzurunu kaçırdı...
“Ben artık gideyim” demeye hazırlanırken, delikanlı birden garsonu çağırdı.
“Bana biraz tuz getirir misiniz” dedi. “Kahveme koymak için.”
Yan masalardan bile şaşkın yüzler delikanlıya baktı. Kahveye tuz! Delikanlı
kıpkırmızı oldu utançtan ama tuzu kahvesine döktü ve içmeye başladı.

Kız, merakla “Garip bir ağız tadınız var.” dedi.. Delikanlı anlattı: “Çocukken
deniz kenarında yaşardık. Hep deniz kenarında ve denizde oynardım.
Denizin tuzlu suyunun tadı ağzımdan hiç eksilmedi. Bu tatla büyüdüm ben.
Bu tadı çok sevdim. Kahveme tuz koymam bundan. Ne zaman o tuzlu tadı
dilimde hissetsem, çocukluğumu, deniz kenarındaki evimizi ve mutlu
ailemi hatırlıyorum... Annemle babam hala o deniz kenarında oturuyorlar.
Onları ve evimi öyle özlüyorum ki...”
Bunları söylerken gözleri nemlenmişti delikanlının... Kız dinlediklerinden
çok duygulanmıştı. İçini bu kadar samimi döken, evini, ailesini bu kadar
özleyen bir adam, evi, aileyi seven biri olmalıydı. Evini düşünen, evini
arayan, evini sakınan biri... Ev duyusu olan biri... Kız da konuşmaya
başladı. Onun da evi uzaklardaydı. Çocukluğu gibi...

O da ailesini anlattı. Çok şirin bir sohbet olmuştu... Tatlı ve sıcak.
Ve de bu sohbet öykümüzün harikulade güzel başlangıcı olmuştu tabii...
Buluşmaya devam ettiler ve her güzel öyküde olduğu gibi, prenses,
prensle evlendi. Ve de sonuna kadar çok mutlu yaşadılar. Prenses
ne zaman kahve yapsa prensine içine bir kaşık tuz koydu, hayat boyu...
Onun böyle sevdiğini biliyordu çünkü...
40 yıl sonra, adam dünyaya veda etti. “Ölümümden sonra aç” diye
bir mektup bırakmıştı sevgili karısına. Şöyle diyordu, satırlarında: “Sevgilim,
bir tanem. Lütfen beni affet. Bütün hayatımızı bir yalan üzerine kurduğum
için beni affet. Sana hayatımda bir tek kere yalan söyledim.. Tuzlu kahvede.

İlk buluştuğumuz günü hatırlıyor musun? Öyle heyecanlı ve gergindim ki,
şeker diyecekken ‘Tuz’ çıktı ağzımdan. Sen ve herkes bana bakarken,
değiştirmeye o kadar utandım ki, yalanla devam ettim. Bu yalanın bizim
ilişkimizin temeli olacağı hiç aklıma gelmemişti. Sana gerçeği anlatmayı
defalarca düşündüm. Ama her defasında korkudan vazgeçtim.
Şimdi ölüyorum ve artık korkmam için hiçbir sebep yok...
İşte gerçek: Ben tuzlu kahve sevmem! O garip ve rezil bir tat.
Ama seni tanıdığım andan itibaren bu rezil kahveyi içtim.
Hem de zerre pişmanlık duymadan. Seninle olmak hayatımın
en büyük mutluluğu idi ve ben bu mutluluğu tuzlu kahveye borçluydum.
Dünyaya bir daha gelsem, herşeyi yeniden yaşamak, seni yeniden
tanımak ve bütün hayatımı yeniden seninle geçirmek isterim,
ikinci bir hayat boyu daha tuzlu kahve içmek zorunda kalsam da...”
Yaşlı kadının gözyaşları mektubu sırılsıklam ıslattı. Lafı açıldığında
bir gün biri, kadına “Tuzlu kahve nasıl bir şey?” diye soracak oldu..

Gözleri nemlendi kadının...
Çok tatlı!.. dedi...


4 Eylül 2011 Pazar

Okunası Bir Yazı: Eylül'e mersiye

Zaman Gazetesi yazarlarından Nedim Hazar'dan...

"Mevsim Eylül de mi, ayaklanır hislerim...

Serin bir mağara gölgesinde sabır taşı çatlatacak kadar dingin ve sakin damla damla biriken billur pınarlar gibi parıldar derinlerimdeki duygularım. Ve ben her Eylül ayrılıkları hatırlar, tekrar kanarım.

Gerçi ayrılıklar artık eskisi kadar hasar veremiyor bana. Belki bünye alışkanlık yaptı, belki kabullendi asi ruhum.

Asla şikâyetçi de değilim aslında. Çünkü her giden bir boşluk bırakırken ardından, yeni ve -kalışlar kadar olmasa da- güzel hasletlere gebe bırakabiliyor bellekleri.

Sözgelimi hayaller ile sıkı fıkı oluyor sevdalı insan. Ducasse'nin Moldoror'u, Atay'ın Olric'i gibi kendine musahhar bir hizmetkâra dönüşebiliyor hayaller.

Ve bilir misin; hayalin kadar randevusuna sadık kimse yoktur. Ne zaman gözümü kapasam karşımdasın.

Biliyorum en fazla bir ömürlük uzunluğu olacak bu hasretin. Böylesi bir sevdaya, bir ömür, mesafe mi yani?

Sonra... Sonra teselliler anlamsızlaşıyor mesela... 'Hayat devam ediyor' sözü de tam olarak doğru değil, hayat hasrete dönüşüyor, bir noktadan sonra.

Şu doğru olabilir belki; sevdayı hayata dönüştürebilirsen devam eder ancak ve o zaman boyu kısa gelir ömrün, ürkütücülüğü kalmaz ölümün. Bir de zorluğu var tabii ayrılığın.

Gidişin bana başka yeni meziyetler kazandırdı. Sözgelimi yine; hayallerden yeni hayatlar inşa edebiliyorum artık. Umudun harcıyla karıyorum hasreti, içine bol miktarda gözyaşı döküyorum, mermer gibi sağlam yeni hayallerim oluyor. Büsbütün kötü değil hani.

Bir duvarını mutlaka eksik bırakıyorum hayallerimin, bir gün döneceksin umuduyla.

Sonra yorgun düşüyor ve 'bırak' diyorum, 'bırak aramıza yalnızlık girsin!'

Ve sen... Benden uzakta, ola ki gezinirken bir yerlerde...

Yorgun bir düş görürsen, bil ki benden düşmüştür.

Eylül geceleri tuhaf oluyor, Eylül sabahları uzak...

Ezanlarla beraber bekliyorum seni, aynı kararlılıkta ve aynı karanlıkta.

Gece ki, en çok hüzün damlatıyor tavan çatlaklarından...

Bir kalemde siliyorum gözyaşlarımı.

Bir kalem de unutturmuyor seni.

Bir şair geliyor sonra başucuma, yastığımın altına iliştiriyor bilmediğim kelimeleri: "Yaşamak... Ne acayip iştir ki... Bu ne mene gidiştir ki..." Fırlıyorum kalk borusunu duymuş siper süvarisi gibi; "He he hey de Tarantababu He he hey, yaşamak ne güzel şey!"

Bölüyor paslı bir bıçak gibi gecelerimi şair...

Yüzeyinde gölgeler besleyen duvarlarda cansız yatıyor elbiselerim.

Gülüşün geliyor yine, eski bir çaydanlığın eğimli burnundan tüten bir süt buğusu gibi kıvrılarak süzülüyor odama...

Bana 'nasılsın' diye sorma, ağlıyorum yine!

Karanlıktan korkmuyorsam, hayalinle olduğum içindir.

Gitmen 'olmaman' demek değil, kalırken olmayanlara nasıl anlatayım ki bunu?

Zaman çok zalim, yıllar, haftalar aylar... Sırayla ısırıyorlar... Ne çok zehir varmış saatin akrebinde?

Ayrılık anlaşılır bir şey, mesafelere de... Mesafeyi merhametsiz yapan sevdanın büyüklüğü..

Ne kadar uzaksan o kadar yakınlaşmam lazım kendime, bunu temrin olarak belledim. Bir dua bırak mermer avlusuna güzergâhının, belki bir garip yolcu susuzluğunu giderir!

Acı büyütmüyorsa ruhumuzu anlamı kalır mı yaralarımızın? Ve gerçeğe yaklaştırmıyorsa bizi günahlarımız, neye yarardı ki gözyaşlarımız!

Sonra soğuk terler dökülüyor duvarlardan...

Bir sela sızıyor rüyalarımdan, avuçlarımda ettiğim duaların sızısıyla uyanıyorum.

Bak şiir yazdırdı bana yokluğun, her nakaratı suskunluk.

Böyle sulu sepken ağlamak için, yağmurlar gibi Eylül'ü mü beklemeliydim!"

M. Nedim HAZAR - Zaman Gazetesi

3 Eylül 2011 Cumartesi

EBCED ve CİFİR HAKKINDA

Ebced ve Cifr İlminin Tarifi 
Ebced düzeni "Arap alfabesinin ilk tertibi; harflerin taşıdığı sayı değerlerine dayanan hesap sistemi" (İslâm Ansiklopedisi, X/68.) şeklinde tarif edilmektdir. Bu sistemin, İbrânîce ve Ârâmîce'nin de etkisiyle Nabatîce'den Arapçaya geçmiş bulunduğu ve Hz. Peygamber (a.s.m) devrinde de olduğu gibi kullanıldığı bilinmektedir.

Ebced sisteminde yer alan harfler ve sayı değerlerini gösteren tablo :



Arapça, Eski Sâmi alfabesindeki harf sırasının sayı değerine göre tertiplenmesinden meydana gelen birinci kelime. Bu tertip İbrâni ve Süryâni Alfabesindeki harfleri içine alır. İbâredeki kelimelerin sırası ve harflerin rakam değerleri şu suretle gösterilmektedir.(Ebced) (Hevvez) (Hutti) (Kelemen) (Sa'fes) (Kareşet) (Sehaz) (Dazig)Bu sekiz kelime bütün huruf-u hecâ denen yirmi sekiz harfi içine almış ve sıra ile eliften gayn harfine kadar, birden bine kadar her harfte aşağıdaki sıra ile gösterildiği gibi değerler verilmiştir. Elif: 1, Bâ: 2, Cim: 3, Dal: 4, He: 5, Vav: 6, Ze: 7, Ha: 8, Tı: 9, Yâ: 10, Kef: 20, Lâm: 30, Mim: 40, Nun: 50, Sin: 60, Ayn: 70, Fe: 80, Sad: 90, Kaf: 100 Rı: 200, Şın: 300, Te: 400, Se: 500 Hı: 600, Zel: 700, Dad: 800, Zı: 900, Gayn: 1000 Şimdiki Arabçada alfabe bu sırayı tutmuyorsa da harflerin rakam gibi kullanıldığı zaman, yine eski sıraya uymak için Ebced sırasını da devam ettirmişlerdir. Hem birbirine benzeyen harfler bu sırada dizilmiştir. Eskiden İslâmlarda matematik ve fizikte bu harflerin rakam yerine kullanıldıklarını biliyoruz.

Ebced ve Cifr İlminin Meşruluğuna Genel Bir Bakış 

Kur'an-ı Kerim ve Hadislerin anlaşılması hususunda üç ana görüş oluşmuştur.
Birinci Görüş: Kur’an ve hadisin zahir ve sarih manasından başka; batıni, işari ve remzi manası yoktur, anlamak konusunda herkes müsavidir. Kur’an gayet basit ve sadedir. Herkes tarafından anlaşılır. Müçtehitlere, alimlere, müfessirlere, belagatçılara lüzum yoktur. Teşbih ve temsil ifade eden ayet ve hadisler de zahiri üzere anlaşılır, aynı ile tatbik edilir, derler. Bu görüş hem Kuran’a, hem sünnete, hem de akıl ve mantığa aykırı bir görüştür. Bunun batıllığına işaret eden yüzlerce ayet ve hadisler vardır. Batıl zahiruyyun mezhebi buna örnek verilebilir. Bu gruba girenler genelde sosyal açıdan akli ve zihni melekeleri inkişaf etmemiş bedevi ve müptedi kesimlerdir. Psikolojik olarak daima bir karşı koyuş, dik başlı ve agresif bir hal içindelerdir. Tarihte harici ve vehhabi geleneği bu guruba somut örnek teşkil ederler. İbni Teymiyye’nin eserleri, tecsim ve teşbih ile ilgili fikirleri meseleye ışık tutar. Zaten en uç nokta olarak mücessime ve müşebbihe (Allah’ı cismanileştirmek ve mahlukata benzetme hareketi) mesleği bu zahiriyyun mezhebinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Ebcet ve cifir ilminin meşruluğunu kabullenmekte zorlananlar, ekserisi bu gurupta olanlardır. Tarihte tasavvuf ve tarikat mesleğini inkar edenler, işari ve manevi tefsirleri reddedenler, yine bunlardır. İslam aleminin meşhur alimleri bunları kabili hitap görmeyip, fazla ciddiye almamışlardır. Zaten bunların mesleği şiddet ve idraksizlik üzerine gider.

İkinci Görüş: Kur’an ve hadisleri tamamen anlaşılmaz görüp, hurufi ve batini manalar ile, zahir ve sarih manasını inciten ve anlaşılmasını belli zümrelere havale edip, avam insanın nasibini tamamen ortadan kaldıran batiniyyun mezhebidir. Bu mezhebe göre Kur’an, tamamen bir muammadır, kimse onun hakikatini idrak edemez. Ayet ve hadislerin sarih ve zahir ifadeleri tamamen semboldür. Onun gerçek manaları işaridir, deyip; emir ve yasakları bütünüyle inkar etmişlerdir. Mesela namaz için; insanın kalbi bir duası deyip, namazı kılmamalarıdır. Bu mezhebin sapkınlığı ve batıllığı zahirdir. Batıl Hurufilik akımı buna örnek olarak verilebilir. Ebcet ve cifir ilmini sui istimal edip ifrata kaçanlar ekseri bunlar olmuştur. 

Üçüncü Görüş: Kuran ve hadisin zahir ve sarih manası asıl ve esas olmakla beraber, bunun yanında asıl ve esasa uygun olan işari, remzi ve batini manaları da vardır, diyenlerdir.
Asıl ve esas manalar herkesin anlayacağı sarih ve zahir manalardır. Ama işari ve batini manalar ilim ve kabiliyet ile idrak edilecek şeylerdir. Onun için Kur’an ve hadis idrak bakımından çok tabakalara ayrılan insanların hepsine hitap eder bir mahiyettedir. Hadis-i şerifte varid olduğu gibi, her âyetin birer zâhir ve bâtın ve her zâhir ve bâtının birer had ve muttalaı ve her had ve muttalaın çok şücun ve gusunu vardır. İbni Hibban, Sahih 1:146; el-Münavî Feyzü'l-Kadîr, 3:54. Ulûm-u İslâmiye buna şahittir. Bu meratibin herbirinin birer derecesi, birer kıymeti, birer makamı vardır; temyiz lâzımdır. Lâkin tezahum yoktur.(Muhakemat)

Bu hadisin de işaret ettiği gibi, Kuran ayetleri sadece zahir manasından ibaret değildir, onun çok manaları vardır. Bir kısmı işari ,bir kısmı remzi, bir kısmı ebcet ve cifir ile anlaşılacak mahiyettedir. Burada, sadece uyulması gereken; Kuran ve hadislere remzi ve işari mana verilirken, Kuran ve Hadisin sarih, zahiri ve genel hatlarına zarar verip, incitilmemesidir. Ehli sünnet alimlerince yazılmış yüz binlerce lafzi, manevi ve işari tefsirler buna örnek olarak gösterilebilir. Kuran ve hadisleri en sağlıklı ve istikametli anlayan ve sonraki nesillere aktaran bu orta yol olan ehli sünnet ekolüdür. Ebcet ve cifir ilminin istikamet üzerine kullanılmasına karşı çıkmamışlardır. Birçok ehli sünnet alimleri de ebcet ve cifir ilmini eserlerinde kullanmıştır. Deliller bahsinde örnekleri ile izah edilecektir. 

Kur'ân'ın her kelimesi ve kelimelerdeki her bir harf Allah'ın ilim ve iradesiyle, bilhassa belli maksatlar ve manalarla seçilmiştir. Her harfin yerine göre özel bir vazifesi vardır. Allah’ın ilmi, ezeli ve ebedi olmasından, onun kurmuş olduğu cümle ve kelimeler harf ve virgülüne kadar mana ve hikmet içerir. Fuzuli ve kışır kelimeler bulunmaz, her yönü ile manidardır. Ama bu etraflı ve geniş manaları sıradan ve avam insanlar her yönü ile idrak edemezler. Ancak ehil olan zatlar, bu hikmet ve manaları tahric edebilirler. Kimi zatlar ilmi kuvveti ile, kimi zatlar kalbi kuvveti ile, kimileri de Allah’ın inayeti ile vehbi bir tarzda Kuran ve hadisin o geniş ve ince manalarını keşif ile tespit ediyorlar. İnsanların hepsini anlayış, idrak ve hissediş bakımından aynı ve eşit görmek ucuz komünist edebiyatıdır. Hem fıtrata hem sosyoloji ilmine hem de realiteye aykırı bir tutumdur. Onun için Kuran ve hadisleri sadece zahiri lafzına indirgeyip, diğer ince ve latif remzi manalarını ve onu anlamakta ehil olan mütehassıs zatları istihfaf edip inkar etmek, hamakat örneğidir.

Ebced ve Cifr İlminin Meşruluğu ve delilleri

Delillere Genel Bir Bakış


İslam fıkhında genel bir kaide olan “Eşya da asıl olan ibahattir” hükmü meselemizi gayet güzel izah edip açıklığa kavuşturuyor. Yani eşya asıl ve esas itibari ile helaldir, ta ki haram olduğuna dair bir ayet ,bir hadis veya icma-ı ümmet bulunmasın. Yani haramlılığına dair bir ayet bir hadis bir icma-ı ümmet yoksa, her şey helaldir. Bu genel kaide ışığında bakıldığında ebced ve cifir ilminin haram olduğuna dair hiçbir delil olmadığına göre, helal olduğu sabit oluyor. Şayet böyle olmamış olsa, bugün beşeri ilimlerin hepsi haram olması gerekirdi. İmam Gazzali mantık ilmini İslam ilimleri içine dahil etti diye bir çok cahil, karşı çıkmıştı. Anck daha sonra İslam ilimlerinin vazgeçilmez bir alet ilmi oldu ve çok hizmet etti.

İslam ve Kur'an, geçmiş dinlerin ve kültürlerin olumlu ve hak olan yönlerini tasdik eder, olumsuz ve batıl olan yönlerini ise tashih eder. Mutlak olarak geçmişi silip atmaz. Zira beşeriyette tekamül ve teraküm tedrici olarak gelişir. Her dönem ve mekan bir katkı sağlar. Sonraki dönemler de o katkılara katkı yaparak gelişirler. Böyle olunca, ebced ve cifir ilminin eski din ve medeniyetlerden İslam’a intikal etmesi İslamiyet ile çelişmez. Önemli olan bu gibi ilimlerin İslam ruhu ve özü ile çakışıp çelişmemesidir. Yani farklı medeniyet ve kültürlerden İslam’a intikal eden her şeye kötü ve batıl demek yanlış bir tutumdur. Mesela alet ilimlerden olan mantık, matematik, vs gibi ilimler hep yabancı kökenli ilim dallarıdır. Ama şimdi İslami ilimler içinde vazgeçilmez birer alet ilmidirler. Onun için ebced ve cifir ilminin Yahudi ve Hıristiyan menşeli olmasını hata ve yanlış gibi lanse etmek, ilmi bir tutarsızlıktır. Sonuçta Yahudilik ve Hıristiyanlık şimdiki hali ile muharref olabilir ama köken itibari ile onlar da semavi dinlerdi. İmam Bûni, Şems-ül Maarif adlı eserinde bu ilmin aslının Süleyman Aleyhisselâm'ın veziri ve celb ilmi âlimi Asaf bin Berhiya'ya dayandığını kaydetmiş.

Ebced ve cifir ilmi bir alet ilmidir. Tarihçiler, edebiyatçılar, alimler, arifler tarafından da kullanılıp bir şekil verilmiştir. Yoksa tarihte sadece İbn-i Arabi hazretlerine has bir muamma, bir sır değildir. Geçmişte bu ilmin mutemet alimler tarafından kullanılıp şöhret bulması bu ilmi acaiplikten kurtarır.

İslamda bir şeyin meşruluğunun ve ya haramlılığının usulü ve tarzı bellidir. Bunun dışında söylenen laflar lafı güzaftır. Bir şeyin haram olup yasaklanması için İslamda şu üç delilden biri ile yasaklanması gerekir.

Birinci olarak Kur'an’nın sarih ve muhkem bir ayeti ile yasaklanmasıdır. Şayet ayet mana bakımından sarih ve muhkem değilse, yani yoruma açık ve içtihada elverişli ise, haramlılığı düşer. Fihi nazarun olur.

İkinci olarak, Peygamber efendimizin sahih ve açık bir hadisi ile men edilmiş olması gerekir. Burada da mananın açık, senedin sahih olması gereklidir. Zira İslamda haram ve helale konu olan ayet ve hadislerin muhkem olma şartı vardır.

Üçüncü olarak, İslam alimlerinin ittifak ile o şeye haram demesi gerekir. Bu delil de derece bakımından Şeriatta Ayet ve Hadisten sonra gelir. Bu delili destekleyen ayet ve hadisler fıkıh ve usul kitaplarında teferruatı ile beyan edilmiş.

Öyle ise ebced ve cifir ilminin bu üç delilden hangisi ile açık ve net bir şekilde yasaklandığını ebced ve cifir ilmini haram sayanlar göstermeleri gerekir. Zira müddei iddiasını ispat ile mükelleftir. Ama helal olan bir şeyin ispatı gerekmez. Yukarda da denildiği gibi eşyada asıl olan helal olma halidir. Öyle ise Ebced ve cifir ilminin haramlılığına dair bir muhkem ayet ve hadis gösterilemiyorsa, helalliği sabit olur.

Kuran Açısından Ebced ve Cifir İlmi

Kuran-ı Kerim de ebced ve cifir ilmi haram ve helal noktasından sarih ve zahir bir şekilde zikredilmemiştir. Ama Hadis-i şerifte varid olduğu gibi, her âyetin birer zâhir ve bâtın ve her zâhir ve bâtının birer had ve muttalaı ve her had ve muttalaın çok şücun ve gusunu vardır. (İbni Hibban, Sahih 1:146; el-Münavî Feyzü'l-Kadîr, 3:54.) Bu hadisten de anlaşılacağı üzere her mesele Kuranda sarih ve zahir bir şekilde ifade edilmemiştir. Bazıları remzi, bazıları hafi, bazıları işari, bazıları da sarih ve zahir olarak beyan edilmiştir. Biz kalkıp sadece sarih ve zahiri ölçü alıp diğer ince ve latif manalarını inkar edersek, bu, Kuran ve sünnetin ruhuna ve özüne aykırı olur. Aynı zamanda İslami ilimlerin ekserisini de inkar etmemiz gerekir. Zira çok ilimlerin meseleleri zahirperestlerin zannettiği gibi sarih ve zahir olarak Kuran ve Hadiste geçmiyor.

Mezhepler, meslekler, meşrepler hepsi davasını ve fikirlerini Kuran ve sünnetten istinbat ve istihrac etmişlerdir. Bunların ekserisi de Kuran ve sünnette hafi ve remzi olan fikir ve manalardır. Zaten içtihat ve belagat avam insanların Kuran ve hadiste göremedikleri ince ve latif manalardan ibarettir. Bu ince ve latif manalar zaten ayetin kıvrımlarında dürülü olarak vardı. Müçtehit ve müceddidler ise ilmi ve manevi kuvveti ile o kıvrımları açıp, avamın nazarına izhar ediyorlar. Yoksa Kuranda ve sünnette olmayan şeyleri hariçten içine sokmuyorlar. Örtülü ve hafi olan manaların üstünü ilmi ile açıyorlar. Bunu yaparken de Kuran ve hadisin sarih ve zahiri manasını incitmeden, kırmadan yapıyorlar. Yani bir usul ve metot dahilinde yapıyorlar. Bu usul ve metodun ana hatları yine Kuran ve Sünnetten alınarak yapılıyor.

Diğer bir husus Kuran insanlık için mutlak zarar olan şeyleri sarih ve zahir olarak haram kılmıştır. Sihir, büyü, kumar, fal gibi şeyler sarih ve zahir olarak men edilmiştir.Ama ebced ve cifir ilmi o dönemde bilinmesine karşın, hakkında bir hüküm verilmemiştir. Üstelik ebced ve cifir ilmini Yahudilerin Müslümanlar aleyhinde kullanmasına rağmen. Demek kemale ulaşmış Kuran, açıkça ebced ve cifir ilmini men etmedi ise, helal olduğu sabit olur.

Ebced ve Cifir ilmini belki Kuran ve Sünnetin sarih ve zahirinde göstermek mümkün olmayabilir ama remzi ve işari yönünde istihrac ve istinbat etmek pekala mümkündür ve caizdir. Bununla ilgili Abdulkadir Badıllı’nın çalışmasından birkaç örnek verelim.

Birincisi: Kur'an-ı Hakîm'de, Rabb-i izzet bütün haşmet ve heybetiyle (En'am Sûresi âyet: 59) yani "Yaş ve kuru ne ki varsa mutlaka Kitab-ı Mübîn'de mevcuddur." diye ferman ediyor.

O halde ve elbette Cifir ve Ebced ilminin esasları da Kur'an'ın işarı ve remzî mânalarının perdeleri altında bulunmaktadır denilse herhalde hata olmaz. Çünki "Kitab-ı Mübîn" bir kavle göre Levh-i Mahfuz, diğer kavle göre Kur'an-ı Kerim'dir. Hakikatta her iki kavlin neticesi de aynı kapıya çıkar. Diyelim Kitab-ı Mübin'i biz Kur'an değil de, sadece Levh-i Mahfuz kabul ettik. O durumda, Levh-i Mahfuz'da Kur'an dahi mevcud olduğundan yine netice bir olur.

Hem "Biz Allah-u Teâlâ hiçbir şeyi bırakmadık, illâ onu Kitab'da yazmışız." En'am Sûresi, âyet:38) Şimdi bu âyetteki "Kitab" lâfzı da, yine ya Kur'an'dır, yahutta Levh-i Mahfuz'dur. Netice olarak üstteki âyetin aynı mânasındadır.

İkincisi: Kur'an-ı Hakîm bir çok âyetlerinde, her şeyin hesaplı, kitaplı olduğunu, sayı ve adetlerinin malum ve muayyen bulunduğunu ve saire, sık sık ilân etmektedir.

İşte biz de o âyetlerden bazılarını buraya kaydetmek istiyoruz:

Hem herşeyi biz, İmam-ı Mübîn'de saymışızdır." (Yasin Sûresi âyet: 12)

Allah-u Teâlâ; yere, yani toprağa giren ve ondan çıkan, göklerden inen ve yerden göklere yükselen herşeyi bilmektedir."(Hadid Sûresi âyet: 4)

Herşeyin hazinesi ancak bizim yanımızdadır. O hazinelerden indirdiğimiz herşey belli bir miktar dahilindedir." (Hicr Sûresi âyet: 21)

Herşey Allah'ın yanında belli ve muayyen bir ölçü iledir." (Ra'd Sûresi âyet: 9)"

Ve daha bu mânadaki âyetler çoktur.
Görüldüğü üzere bu âyetler sayıdan, adetten, miktardan ve ölçülerden bahsediyorlar. Elbette bunların sarih mânalarıyla Allah'ın azametini, kudretini ve lâtifliğini ilân ederek, imanın takviyesine medar olma ciheti herşeyin başındadır. Amma aynı zamanda lisan-ı hal îmalarıyla da; insanları ölçü, miktar ve sayı hesablarına teşvik edici bir hal gösteriyorlar gibidir. Elbette Cifir ve Ebced ilmini de manevi olarak irade etmişlerdir denilebilir.

Üçüncüsü: Hadîste ona işaret olduğu gibi; Kur'an'daki ondört sûrenin başlarındaki mukatta' harflerin çeşitli ve sırlı ve gizli mânalar olduğu halde, Cifir ve Ebced hesaplarıyla da bir vecih ile alâkadar oldukları muhtemeldir. Çünki bazı yüksek âlimler o yolda kanaat izhar etmişlerdir. İleride örnekleri gelecektir.

Dördüncüsü: Eskidenberi Kur'an'ın bu mukatta' harflerinden başka, sair kelimatından ve harflerinden Ebcedî ve Cifrî hesabla bazı istihracların yapılmış olması ve çoğu zaman bu istihraçların mutabık ve doğru çıkması dahi, Kur'an'ın kâinatı içine alan ilminin ve mânaların denizleri içinde elbette şu Ebced ve Cifir ilmi dahi müraat edilmiş olduğu anlaşılmakta ve hususî şekilde hissedilmektedir.

Yukarıdaki verilen örneklerden de anlaşılacağı üzere bir çok ayetin esas ve ruhunda aritmetik değerler nazara veriliyor. Ebcet ve Cifir ilminin de esası ve ruhu aritmetik değerlerdir. Önemli olan bu ilmi Kuran’nın o eşsiz belagat ve icaz kıvrımlarında saklı olan değerlerin çıkarılmasında bir alet ve vasıta olarak kullanmaktır.Said Nursi , İbn-i Arabi, gibi İslam alimlerinin yaptığı aslında budur.Yoksa hariçten ve Kuran ve Sünnetin malı olmayan şeyleri Kuran ve Sünnete dahil etmek demek değildir. Kuran ve Sünnette var olan gaybi değerleri bazı vasıtalarla açığa çıkarıp Kuran ve sünnetin mucizeliğini insanların nazarına izhar etmek en güzel ve hoş bir hizmettir. Zira Kuran insanların yazdığı ruhsuz ve kışırlı sıradan bir kitap değildir. Allah’ın ezeli ve ebedi isimlerinden süzülüp gelen, her cümle ve kelimesi mucize ve öz olan İlahi bir kelamdır. Böyle olunca Kuran bütün zaman ve mekanları içine alan ve o zaman ve mekanlara mesajı olan bir kitaptır. Kuranı hakkı ile bilemeyen ve anlayamayan nadanlar onu ve emir ve yasakları bildiren sıradan bir mecmua olarak görüyor.

İmam-ı Azam nasıl ilmi kuvveti ile bizim gibi avamlara gayb hükmünde olan Kuran ve Hadislerin derununda bulunan gizli ve işari hükümleri içtihat vasıtası ile çıkarıp bize bildiriyor. Zira avam insanların ilmi kuvveti olmadığı için Kuran ve hadisin muhtevasında var olan hafi ve işari hükümleri rasat edemiyor, göremiyor. Onlara gayb hükmünde kalıyor. Ama ilmi ve istidatları inkişaf etmiş müçtehitler ise rahatlıkla o hafi ve işari ahkamı görüp çıkarabiliyorlar. Şimdi biz kalkıp, zahirde görünmeyen bu hükümler için, nereden çıktı bu manlar, deyip inkar etsek, ne kadar cahillik olur. İşte aynen bunun gibi, manevi olarak terakki etmiş, velayet makamlarına çıkmış bazı zatlar, İmam Azam gibi Kuran’ın belagat kıvrımlarında saklı olan ve herkese görünmeyen, avama nispeten gaybi sayılacak bir takım haberleri, bazı alet ilimler vasıtası ile tahric ediyorlar ve insanların nazarlarına sunuyorlar. Dolayısı ile gaybı kendi başlarına, Allah’tan bağımsız olarak bilmiş değiller. Şayet Allah Kuran ve sünnete o ahkam ve işari manaları koymasa idi, ne İmam Azam ne de Said Nursi o ahkam ve manaları bilebilirlerdi. Ama bazı nadan zahir hocalar bu inceliği bilemedikleri için itiraz edip hücum ediyorlar. İşte Risale-i Nurdaki ebcet ve cifir vasıtası ile verilen bir takım gaybi haberler bu nevdendir. Yani Kuran ayetlerinin kıvrımlarında dürülü bulunan hafi manaların izharından ibarettir. Ama herkes bu mevkii ve makama ulaşamadığı için hususiyet istiyor. Nasıl ki bir doktor ile sıradan bir adam insan gözünü incelese ve baksa, doktor, ilmi münasebeti ile gözün çok ince ve latif özelliklerini görür ve anlar, sıradan adam ise gözün kaba hatlarını ancak bilir. Doktor o adama gözün inceliklerinden bahsetse, adam inatçı ve cahil ise, inkar eder. İnsaflı ve şuurlu ise, o doktora tabi olur. İşte o sıradan adam için gözün ekseri kısmı gaybi hükmündedir, doktor için ise zahiri ve sarihtir.Kuran uzmanları için zahir ve sarih olan şeyler bize kapalı ve hafi olabilir. Bizim açımızdan gayb hükmünde olan şeyler onlar açısından zahir hükmündedir. Gayb konusu ayrı bir makale konusu olduğundan burada tebei olarak bahsedildi.

Hadis Açısından Ebced ve Cifir İlmi

Hadis kaynaklarında tıpkı Kuran da olduğu gibi sarih ve zahir olarak itiraz edenleri susturacak derecede bir netlik ve açıklık yoktur. Ama meşruluğunu reddeden ve haramlılığına işaret eden en ufak bir emare de yoktur. Yani ebcet ve cifir ilmine mubah, hatta müstahsen nazarı ile bakabiliriz. Kuran’ın i’cazına olan hizmetinden dolayı müstahsen sınıfına girer. Zira çok evliya ve alimler bu ilim ile Kuran’ın latif ve sırlı i’cazlarını gösterip ilan etmişler..

Konuya girmeden önce bazı hadis usulü kaidelerine işaret etmekte fayda vardır. Zira ihtilafların ve idraksizliklerin ekserisi usul ilmini nazara almamaktan ileri geliyor. Onun için usul esasa mukaddemdir denilmiştir.

İtikat ve had cezalarına konu olmayan bir takım senedi zayıf hadisler tergib ve terhib, amellere teşvik, bazı ilimlere iştiyak verme noktasından kullanılmasına İslam alimleri olumlu bakmışlardır. Bu yüzden senedi zayıf diye hadisleri inkar etmek doğru değildir. Ama itikat ve hukuk gibi önemli konularda delil ve kaynak olamazlar. Ebced ve Cifir konusu itikat ve hukuk sahasına giren konular olmadığı için, senedi zayıf hadisler delil ve kaynak olabilirler.

Hadisleri, meşhur hadis alimlerine ve eserlerine nispet ederek, hadisin sıhhatine ve senedine karar vermek yanlış olur. Zira İmam Buhari’nin sahihinde de senedi zayıf olan hadisler olabileceği gibi Buhari kadar şöhret bulmamış hadis alimlerinin eserinde de sahih ve mütevatir hadisler bulunabilir. Senet ve sıhhat ölçüsü şöhrete bakmaz. Bu yüzden ebcet ve cifir ile ilgili hadislerin meşhur hadis eserlerinde olmaması sıhhatine zarar vernez.

Bazı mezhep imamları, hususen Ahmet ibn-i Hambel senedi en zayıf hadisi en kuvvetli rey ve içtihada racih görür ve ona göre fetva verir. Hanefi mezhebi ise kuvvetli içtihadı, senedi zayıf hadise tercih edebilir. Bu yüzden ameli açıdan farklı içtihat ve mezhepler ortaya çıkmıştır. Bu tip fer’i konularda ittifak aranmaz. Onun için ebcet ve cifir ilmine karşı çıkan makbul imamlar da olabilir ancak bu, ilmin batıl olmasına kafi değildir. Zira ihtilafun aleyh bir konudur. Üzerinde ittifak lazım gelmez. Bununla ilgili yüzlerce konu vardır üzerinde ihtilaf olan. Öyle ise bir mezhep ya da bir alimi esas alıp, hemen inkar ve batıl damgasını vurmak ehli sünnet kaidelerine uymaz.

Tarihte şaz hükümler itibar görmemiştir. Hatta bu şaz fikirler muteber alim ve sahabilere ait olsa bile. İmam Azamın bir çok şaz fikirleri ehli sünnet tarafından kabul görmemiştir. Bu yüzden bizim ölçü alacağımız fikir sivri ve müfrit fikirler değil, genel kabul görmüş fikirler olmalıdır. Tarihte ebcet ve cifir ilmini kabul etmeyen alimler azınlıkta ve ekseri de şaz fikri çok olan müfrit alimlerdir. Hatta en ateşli savunucularından bazıları da ehli sünnetin dışında olan alimlerdir. İbn-i Teymiyye gibi. Bir tarafta İmam Ali (r.a), Said Nursi, İmam Gazali, İmam Rabbani, İbn-i Arabi, Mevlana gibi allameler, diğer tarafta ise şaz hükmünde kalan birkaç sivri ve uç düşüncelere sahip alimler. Hangi yol güvenli sizce.

Hadis kaynaklarında ebcet ve cifir ilmine kaynak olacak ve meşruluğunu ilan edecek mahiyette hadisler vardır.

Yine AbdulKadir Badıllı’nın çalışmasından birkaç örnek üzerinde duralım.

Birinci Örnek: Ebcedi ve tefsirini öğreniniz! Veyl olsun câhil âlime!.. Elif, Allah ve İlellah'tır. Yahud Allah isminden bir harftir. "Ba" Allah'ın halk ve icadıdır. "Cim", Allah'ın behcetidir. "Dal" ise, Allah'ın dinidir. Müsned-ül Firdevs 2/43

İkinci Örnek:

Yahudî âlimlerinden Ebu Yâsir bin Ahtab bir kısım yahudî âlimleriyle birlikte, Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) yanından geçtikleri bir sırada, Resul-i Ekrem (A.S.M.) Fatiha Sûresiyle, Bakara Sûresinin başı olan الم ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ.. الخ âyetini okuyordu. Ebu Yâsir'in kardeşi Huyey bin Ahtab bunu işitti, kendi kardeşi Ebu Yâsir'e dedi ki: "Biliyor musunuz, ben Muhammed'i dinledim, ona nazil olmuş olan Kur'an'dan الم ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ.. الخ yi okuyordu."

Yahudiler dediler: "Sen bizzat ondan bunu dinledin mi?" O dedi: "Evet, aynen dinledim."

Bunun üzerine, Huyey bin Ahtab ve Ebu Yâsir, bazı yahudî âlimleriyle birlikte kalkıp Resulullah'a geldiler, dediler: "Yâ Muhammed, sana nazil olmuş olan âyetlerden الم ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ.. الخ yi okuduğunu hatırladın mı?"

Resul-i Ekrem (A.S.M.) dedi: "Evet, hatırladım."

Dediler: "Bu, sana Cebrail vasıtasıyla Allah'tan geldi değil mi?"

Dedi: "Evet aynen öyle..."

Yahudiler dediler: "Senden evvel gelmiş Peygamberlerden hiç birisinin müddeti ve ümmetinin zamanı seninkinden gayrı bilinmemektedir. Bu âyete göre, senin ümmetinin ömrü çok azdır.." Ve Huyey bin Ahtab yanındaki yahudîlere dönerek dedi ki: "Elif birdir, Lâm otuzdur, Mim ise kırkdır. Tamamı yetmişbir sene eder. Öyle ise, siz ey yahudîler! Ümmetinin ömrü sadece yetmişbir sene olan bir Peygamberin ümmeti olur musunuz?"

Sonra Peygamber'e dönerek dedi: "Yâ Muhammed! Senin yanında bu âyetten başka bir şey var mıdır?"

Resul-i Ekrem (A.S.M.) dedi: "Evet vardır..."

Dedi: "Nedir?"

Dedi: المص

Huyey bin Ahtab bunu hesaplayınca dedi ki: "Bu evvelkinden daha ağır ve uzundur, yüz altmış bir sene eder."

Huyey yine sordu: "Dahası var mıdır?"

Resul-i Ekrem (A.S.M.): "Evet var" dedi.

Huyey: "O hangisidir?" dedi.

Resul-i Ekrem (A.S.M.) الر kelimesini söyleyince, Huyey: "A.. bu daha ağır ve uzundur, ikiyüz otuzbir sene eder."

Yine Huyey Peygamber'e sordu: "Bundan başka da var mıdır?"

Resul-i Ekrem (A.S.M.): "Evet var" dedi ve المر yi okudu.

Yahudî Huyey bunu duyunca daha da afalladı, "Bu daha ağır ve uzun ve ikiyüz yetmişbir sene eder." dedi.

Huyey bütün bunları Peygamber'den duyunca: "Yâ Muhammed! Senin emrin, işin bizi şaşırttı. Bilemiyoruz, müddetin az mıdır, yoksa çok mudur?" Ve kalktılar gittiler. Giderken yolda Ebu Yâsir, kendi kardeşi Huyey'e ve beraberindeki yahudî âlimlerine dedi ki: "Mümkündür; bütün bu rakamların toplamı Muhammed'e verilmiş olsun. Bunların yekûnu ise, yedi yüz kırk üç yıldır." 

İşte bu rivayet, iki tarzda ve iki kanal ile gelmiş.

Birisi: Meşhur İbn-i İshak'ın tarihinde ve bu arada Buharî'nin tarih kitabında ve İbn-i Cerir'in tefsir ve tarih kitaplarında rivayet etmişlerdir.

İkincisi: İbn-ül Menzer ve İbn-ü Cüreyc kitaplarında ayrı bir kanaldan tahric etmişlerdir.

(Me'haz için, bakınız: Tefsir Ed-Dürr-ül Mensur İmam-ı Suyutî 2/22, Mukaddemet-ü İbn-i Haldun sh: 332, Kitab-ut Teshil Li-Ulûm-i Tenzil sh: 35, Tefsir-i İbn-i Cerir 1/68-71, Tefsir-i İbn-i Kesir 1/37) Her ne kadar bu rivayet ve haber dahi -bir çok mes'eleler gibi- hakkında kelâm edilmiş olsa da, sadece zaif hadîsler sınıfından olabilir. Hiç kimse de buna mevzu'dur diyememiş. O halde bu gibi makamlarda bir hüccet sayılır.

Yukarıda örnek olarak verilen her iki hadis de işari ve remzi olarak ebcet ve cifir ilminin meşruluğunu ilan ediyor. Buna benzer, itiraz edilmemiş bir çok şey, bu gibi hadisler ile sabit olmuşlardır. Onları meşru kılan kaynak ile bu kaynak arasında hiçbir fark yoktur. Mesela amele, sevaba taalluk eden bir çok mesele bu gibi hadisler ile subut bulmuştur. Onları kabul edip bunları reddetmek tutarsızlıktır.

İslam Alimleri Açısından Ebced ve Cifir İlmi

Ebced ve Cifir bir ilim dalıdır. Her alimin bu ilim dalı ile meşgul olması gerekmez. Nasıl ki, tabiin döneminden başlayarak farklı İslami ilim dalları oluşmuştur ve her bir alim bu dallardan birisi ile iştigal edip o dalda uzman olmuştur. Aynen bunun gibi, ebced ve cifir ilmi dalında da uzmanlaşıp, o alanda hizmet veren alimler de çıkmıştır. Hatta bu branşlaşma hareketi sahabeler içinde de görülen bir hadisedir. Mesela sahabeler içinde muhaddis, fakih, siyaset, harbiye gibi alanlarda parlayan sahabeler vardır. Peygamber efendimiz her bir sahabeyi istidadı yönünde istihdam etmiştir. Ebu Hureyre ve İbn-i Mesut buna iki misal teşkil eder. Bu yüzden bütün alimlerin ebcet ve cifir ilmi ile iştigal etme beklentisi abesle iştigaldir.

Diğer bir husus, her ilim dalı ve o ilim dalında uzman olmuş alimin sözü ve reyi kendi uzman olduğu ilmi sahada geçerlidir. Mesela dünyaca meşhur olmuş bir mühendisin tıpla ilgili bir fikri, tıp sahasında bir pratisyen doktora denk değildir. Hatta yüz bin mühendis, tıp alanında uzmanlık noktasında basit bir pratisyen doktora müsavi gelmezler. Aynen İslami ilimlerde de bu kural geçerlidir. Fıkıhta müçtehit seviyesinde olan bir alim, hadis alanında İmam Buhariye yetişemez, onun sözü orada İmam Buhari kadar itibar göremez. İşte ebcet ve cifir alanında veya ilm-i tasavvuf ve sırda uzman olmayan alimlerin, tenkidi veya inkarı pek bir şey ifade etmez. Her alimin sözü kendi dalında muteberdir. Mesela Said Nursi hadis alanında İmam Buhari hazretlerine tabidir. 

Sahabeler içinde ebcet ve cifir ilmine vakıf ve bu ilmi tedvin edip en çok kullanan sahabe İmam Ali (ra) dır. . Nitekim, elde mevcud ve matbu' "El-Cefr-ül Cami" eseri İmam-ı Ali'nin sözlerinden müteşekkil olduğu, yahutta onun hikmetli söz ve yazılanndan derlendiği beyan edilmektedir. Bu eser Mısır'da ve Beyrut'ta ayrı ayrı tab' edilmiştir. Mısır'daki Mekteb-ül Külliyat El-Ezheriye tarafından., ve Beyrut'ta El-Mektebet-ül Hadîse'de 1971 senesinde tab' edilmişlerdir. Hazreti Ali (ra) bu ilimle uğraşması ve sahabelerin de bunu sukut ile tasdikleri, bu ilmin sahabeler açısından da meşru olduğunun vesikasıdır.

Sahabelerden sonra İmam-ı Ca'fer-i Sâdık’ın da bu ilimle iştigal ettiğine dair malumat tarihi vesikalar içinde bulunmaktadır.

Bundan sonra ebcet ve cifir ilmini kabul edip eserlerinde beyan eden alimlerin isimlerini verelim.

1-İbn-i Haldun Mukaddeme . İmam-ı Ca'fer-i Sâdık'tan Cifir ve Ebced ilminin mes' elelerini nakleden kişinin Zeydî mezhebli olduğunu, bununla beraber nakleden zâtın bahsettiği kitabı kendisinin göremediğini, ayrıca da Muhyiddin-i Arabi'nin "Anka-u Mağrib" eserinden Cifir ve Ebced hesablarıyla gösterdiği tarihin tutmadığını ve saire gibi tenkidlerde bulunmakla birlikte, Ehl-i Sünnet Vel-Cemaat uleması yanında dahi Cifrin esası Hazret-i İmam-ı Ali ve Ca'fer-i Sâdık'tan geldiğinin meşhur olduğunu da kaydetmektedir. (Bak: Mukaddemet-ü İbn-i Haldun sh: 323-334)

2- Meşhur İmam-ı Abdullah El-Yafaî "Mir'at-ül Cinan" eserinde der ki: "İmam-ı Ca'fer-i Sâdık'in bir talebesi olan Câbir bin Hayyan, ondan aldığı bin yapraklı bir kitabda, beşyüz risale alıp te'lif etmiştir." (Mir'at-ül Cinan 1/304)

3- İmam-ı Celâleddin-i Suyutî, El-Havî Lil-Fetavî Eseri 1/388'de, kendisinin tehecci harfleri (yani: Elif, be, te, se, cim gibi heca harfleri) hakkında bir risalesinin olduğundan bahisle, bu mevzu'da tâlibleri o esere havale eder. Ancak maalesef bu eser elimize geçmemiştir.

4- Meşhur "Edeb-üd Dünya Ve-d Din" kitabı sahibi Ebu-l Hasan El-Maverdî kitabının sh: 23'de Cifir ve Ebced hakkında şu malumatı vermektedir:
Sahabeden Urve bin Zübeyr demiştir ki: En evvel kendi isimlerini yazan kavimden; "Ebced, hevv ez, huttî, kelemen, sa'fas ve kareşet" harfleriyle yazmışlardır.

5- Nur-ul Ebsar kitabı sh: 160'da İbn-i Kuteybe Edeb-ül Kâtib eserinden naklen: "İmam-ı Ca'fer-i Sâdık'ın yazdığı Cifir kitabında, tâ kıyamete kadar muhtaç olunan herşey o kitapta mevcuddur." diye kaydetmektedir.

6- Meşhur allâme Kemâleddin Muhammed bin Musa Ed-Dümeyrî Hayat-ül Hayavan-ül Kübra eseri 1/279'da, aynen Nur-ul Ebsar eserinin, İbn-ül Kuteybe'den naklettiği rivayeti kaydetmiştir.

7- Az yukarıda zaman zaman ondan bahsettiğimiz ve sahife numaralarını verdiğimiz Şeyh Ahmed El-Bûnî'nin Şems-ül Maarif-il Kübra adlı eserinde: "Nakl-i sahih ile Cifir ve Ebced ilminin, Ca'fer-i Sâdık'tan ulemaya intikal ettiğini yazmaktadır. (Bak mezkûr eser sh: 325 ve 363)

8- Eski Mekke Müftülerinden meşhur allâme Ahmed Zeynî Dehlan "El-Fütuhat-ül İslamiye" isimli eserinde Cifir ve Ebced ilminin İmam-ı Ali ve Ca'fer-i Sâdık'tan geldiğini ve bu ilimle bir çok büyük âlimlerin Kur'an'dan ve hadîslerden sırlar istihraç ettiğini yazmaktadır. (Bak: Aynı eser 1/296)

9- Meşhur Keşf-üz Zünûn kitabı, Cifir ve Ebced ilmi hakkında en geniş bilgi veren bir eserdir. Bu kitab, Cifir ve Ebced ilmi çerçevesinde yazılmış olan bir çok eserin isimlerini de vermiştir. Bu mevzuda ezcümle şöyle der:
"İlm-ül Cefri Vel-Câmia" adıyla söylenen ilmin mahiyeti şudur ki: Bu ilim ile, uyanık zâtlar levh-i kaza ve kaderde yazılı olan hâdisata icmalen vukufiyet peyda etmekten ibarettir.

Ebced ve Cifirle meşgul olmuş zâtların isimleri ve iştigal sahaları...

Bu bölümde, eğer biz bu ilimle meşgul olmuş bütün âlimlerin isimlerini, künyelerini ve kitaplarının isimlerini yazsak, belki bir cilt kitap tutabilir. O halde, sadece nümûne için bir kaç isim verip geçeceğiz. Şu araştırmamızda yer yer kaydettiğimiz gibi; başta İmam-ı Ali (R.A.) bu işin üstadı, pîri ve kaynağıdır. Onun matbu' olan El-Cefr-ül Cami' eseri ve Celcelûtiye Kasidesi ve Ercüze Kasidesi ve Cünnet-ül Esma' eseri gibi bir çok kaside ve dualarında, Hazret-i İmam-ı Ali'nin hâs olarak esrar-ı huruf ile meşgul olduğunu göstermeye kâfidir. Daha sonra, bütün İslâm ülemasınca kabul görmüş olan İmam-ı Ca'fer-i Sâdık'ın bu ilimle hâsseten iştigal ettiği hususudur. Daha sonraları, Şeyh Muhyiddin-i Arabî (K.S.) "Fütuhat-ı Mekkiye, Füsûs-ul Hikem, Anka-u Mağrib, Kitabü-l Mim Ve-l Vav Ve-n Nun" gibi eserlerinde Cifir ve Ebcedin sahası dâhilinde olan harflerin sırlarından, hasiyetlerinden ve sairesinden çok genişçe bahsetmektedir.

Daha sonraları, İmam-ı Gazalî'ler, Şa'ranî'ler, Şeyh Ahmed-i Bunî'ler, Bayezid-i Bistamî'ler, İmam-ı Rabbanî'ler, Davud bin Ömer El-Antakî'ler ve saireler.. kısmen de olsa, bu ilimle iştigal etmişlerdir. Bunları tek tek ele alıp iştigal sahalarından, keşif ve istihraçlarından bahsetmek uzun olacaktır. Onun için kısa kesip, eserlerine havale etmek istiyoruz. 

Ebced ve Cifir İlmi Hususi mi Umumi mi? 

Ebcet ilmi bir alet ilmidir. Kuran ve Hadisin latif ve ince sırlarını anlamakta bir araçtır. Bu ilmi kullanmanın bazı özel şartları vardır. Nasıl ki,ustalık ilmi olmadan alet ve edevatlar işe yaramaz. Alet ve edevat olmadan da ustalık eksik kalır. İkisi bir birini tamamlayan şeylerdir. Manevi kemalata ermeden, olgunlaşmadan, sadece harflerin rakamsal değerlerini öğrenmek ve onunla bir takım haberler vermeye kalkmak sunilik ve şarlatanlıktır. Aletlerin bina yapmasını beklemek gibi bir hezeyandır. Onun için ebcet ilminin arkasında keskin ve mütefekkir bir nazar, mutmain olmuş bir kalp, Allah’ın rıza ve inayetini kazanmış bir maneviyat ve İslami ilimlere vukufiyet gereklidir. Yoksa herkesin elinde bir oyuncak değildir. Tarihte maalesef bazı şarlatanlar bu ilme ciddi zarar ve şaibeler vermişlerdir. Bu yüzden bazı nadan zahir hocalar da bu şarlatanlara bakarak gerçek ebcet üstatlarını o şarlatanlarla aynı kefeye koymuşlardır. Bu yüzden ebced ve cifir ilminin Kuran ve hadislere tatbiki hususi bir yoldur, bu yolda her önüne gelen gidemez.

Hurufilik Akımı ve Ebced İlmi

Bu gibi alet ilimler, kullananın amacına göre şekillenir. Bu ilimleri şayet hayırlı ve güzel işlerde kullanırsan, hayrın ve güzel işlerin aracı ve hizmetkarı olur. Şerde ve çirkin işlerde kullanırsan, bu kez de şerrin ve çirkin işlerin bir aracı ve hizmetkarı olur. Nasıl ki, Nükleer enerji ilmini insanlığı katletmek için bombada da kullanıldığı gibi, aynı ilmi insanların daralan enerji sıkıntısının giderilmesinde de kullanılabilir. Yani kullandığın amaca göre şekillenir. Yine mantık ilmini hak ve doğrunun ispatında kullanırsan, mantık ilmi hakkın bir hizmetçisi olur. Ama aynı mantık ilmini cerbezede kullanılırsan, bu sefer de batılın hizmetçisi olur.

Aynı bu misallerdeki gibi, ebced ve cifir ilmi de bir alet ilimdir. Bu ilmi safsata ve batıl bir yerde de kullanırsın, aynı ilmi hayırlı ve güzel bir yerde de kullanırsın. Kullandığın yere göre değer kazanırlar. Tarihte bu ilmi, Kuran’ın ince ve latif manalarını anlamakta kullananlar olduğu gibi, aynı ilmi, Kuran’ın sarih ve zahir manasını incitmek ve inkar etmekte kullananlar da olmuştur. Onun için bir kesim kötüde kullanabilir diye, bu gibi alet ilimleri yasaklamak çıkar yol değildir. Tıpkı yangına sebebiyet veriyor diye ateşin, adam öldürülüyor diye bıçağın yasaklanmasının safsata olması gibi. O zaman çözüm, o alet ilimleri hakta ve hayırda kullanarak, o gibi zararları def etmek en makul yoldur.

Tarihte sapkın Batinilik mezhebinin bir kolu olan Hurufilik akımı bu alet ilmini kullanarak çok tahribat ve şarlatanlıklar yapmışlardır. Kuran’nın sarih ve zahir manalarını incitmek ve inkar etmek yolunda bu ilmi kullanmışlardır. Genelde bu ilim o sapkınlarla anıldığı için, bir takım vukufiyetsiz zahir hocalar bu ilme hücum etmişlerdir. Bu konuda Vehhabilik ve Batinilik iki aşırı uçtur. Vehhabiler zahirperest, Batinilik ise batınperest guruplardır. Vehhabiler sarih ve zahir manadan başka mana kabul etmiyorlar. İşari ve remzi bütün manaları inkar ediyorlar. Batiniler ise, Kuran’ın sarih ve zahir manasını inkar edip, sadece işari ve remzi manaları esas alıyorlar. Her iki mezhep de batıl ve bidat mezheplerdir. Ehli Sünnet ise, sarih ve zahir manayı esas almakla beraber, Kuran’ın işari ve remzi manalarını da inkar etmezler. Bu alanda çok ehli sünnet alimleri remzi ve işari ağırlıklı tefsir ve eserler yazmışlardır. Burada dikkat edilmesi gereken husus, Hurufilik akımı ile ehli sünnet dairesindeki remzi ve işari tefsirler yazan müfessirleri bir birine karıştırmamaktır. Ehli sünnet dairesinde olan tasavvuf kaynaklı işari tefsirler ile Ehli sünnetin dışında olan Hurufilik akımı farklıdırlar. 

Risale-i Nur ve Ebced İlmi

Öncelikle şunu ifade edelim ki, Risale-i Nur baştan sona ebced ve cifir ilmi ile yazılmış bir tefsir değildir. Ebced ve cifir ilmi ile yapılmış yorumlar Risale-i Nurun genelinde çok az bir yer tutar. Risale-i Nurda sırlı, işari ve remzi yorumlardan çok, hikmet ve ilime dayalı yorumlar hükmeder. Risale-i Nur Hakim ismine mazhar olmuş bir tefsirdir. Hissiyattan çok, hikmet galiptir.

Risale-i Nurun yazıldığı dönemde materyalist felsefe insanlığın benliğini sarmalamış ve dinsizlik revaç bulmuş bir meta idi. Her şey ilim ve ispata dayanıyordu. Böyle bir ortamda Said Nursi hazretleri Risale-i Nurlarla Kuran ve hadisleri bu asrın ilcaatına göre yorumlama ihtiyacı hissetti ve ona göre de yazdı. Bir nevi Risale-i Nur, muktezay-ı hale mutabık bir tefsirdir. Risale-i Nurda bilhassa imana taalluk eden konularda, ispat ve akliyat ziyadesi ile tecelli etti. Böyle bir tefsirin çok az bir yerinde, yine bir ihtiyaca binaen bir takım işari ve remzi yorumların yapılması gayet makul ve gerçekçidir. Zira insan sadece akıl ve beyinden ibaret bir varlık değildir.İnsanın kalp, ruh, vicdan, latifeler gibi çok hissiyatları vardır. Bunlar da teşvik ve hisse isterler. Böyle karanlık ve inkarcılığın kol gezdiği bir ortamda, talebelerini teşvik ve maneviyatlarını takviye için, yine ehli sünnete uygun bir tarzda bir takım işarı ve remzi müjdeleri talebelerine bildirmesinde ne mahzur olabilir. Bu metot, mücadelede gerekli bir metottur. Her kumandan askerlerinin moralini yüksek tutmak için bir takım tedbirler alır. Bu peygamberimizin hayatında da olan bir metottur. Osmanlı yıkılmış, hilafet kaldırılmış, İslami kurumlar yasaklanmış, dünyada komünist rejim hızla yayılıyor, dini semboller bile bir bir silinmeye çalışılıyor, baskıcı bir idarenin altında İslam alimleri ve aydınları tek tek ya idam ya da sürgün ve hapis ile sindirilmeye çalışılıyor. Müslüman toplumuna batı medeniyeti zorla dikte ediliyor, kılık kiyafetine kadar düzenlemeler yapılıyor, şapka giymeyen veya karşı olanlar idam ediliyor. İşte bu baskıcı şartlar altında bir alim, davası için mücadele ediyor. İman ve Kuran hakikatlerine susamış gençlik onun etrafında halkalanıyor. Sıkıntı, baskı ve zulüm had safhada. Böyle bir ortamda o imanlı gençliği teskin ve teşvik için meşru bir yolla yani ebced ve cifir ilmini kullanarak Kurandan bir takım işaretler ve müjdeler tahric etmesi neden yanlış ve gayrı makul olsun. El insaf. Üstat burada benliğini okşamak için değil, zor şartlar altında hizmet eden talebelerinin şevkini artırmak için bu yola tevessül etmiştir. Kuran gibi ezeli ve ebedi isimlerden süzülüp gelen ilahi bir kitap sadece asr-ı saadete bakmıyor. Bütün zamanları ve mekanları kuşatıp, her döneme hem umumi hem de özel hitap ediyor. İnsanlık tarihinin en dehşetli bir dönemi olan yirminci yüz yıl, elbette Kuran’ın o eşsiz nazarından hariç kalamaz. 

Kuran’ın hem muarızlara tehdit ve ikaz yapması, hem de iman ile kendine bağlananlara tebşir ile takdir yapması hikmet ve şefkatinin bir gereğidir. İşte Said Nursi’nin ebced ve cifir ilmi ile yaptığı, Kuran’da var olan bu tehdit ve tebşirleri ilmi ile izhar etmekten ibarettir. Risale-i Nurdaki ebcet ile verilen gaybi haberlerin veya müjdelerin aynı ile doğru çıkması da işari bir delildir. Bunu görmezlikten gelmek ilim ve insafla bağdaşmaz.

Ebced ve Cifir İlmine Örnekler 

Cafer-i Sadık (r.a.) ve Muhiddin-i Arabî (r.a.) gibi esrâr-ı gaybiye ile uğraşan zatlar ve esrar-ı huruf ilmine çalışanlar, Bediüzzaman Said Nursi (r.a) gibi alimler bu hesab-ı ebcediyi gaybî bir düstur ve bir anahtar kabul etmişlerdir.( Sikke-i Tasdik-i Gaybi)

Hz. Ali ve Şura Suresi Yorumu: 

İzz b. Abdusselam'ın bildirdiğine göre: Hz. Ali, Şura Suresinin başında yer alan "Hâ-Mim-Ayın-Sin-Kaf" şifreli harflerden, Muaviye ile kendisi arasında vuku bulan hadiseleri çıkarmıştır.( es-Suyutî, el-İtkan, II/14.; el-Âlûsî, I/102.)

İbn Kemal ve Enbiya Sûresi Yorumu: 

"Andolsun Zikir'den sonra Zebur'da da: yeryüzüne iyi kullarım vâris olacaktır, diye yazmıştık."(22) mealindeki âyetten İbn Kemal, Sultan Selim'in Mısır'ın Osmanlı ülkesine ilhak tarihini çıkarmıştır. Âyette Tevrat yerinde kullanılan "ez-Zikr" kelimesi, ebced hesabı ile konunun düğümünü çözen anahtar kelimedir. Âyette "ez-Zikr'den sonra" tabiri kullanılmıştır. Bu kelimenin ebced değeri (okunmayan lâm hariç) 921'dir. Mısır'ın fetih tarihi ise, hicrî 922'dir. Demek ki âyet işârî mânâsıyla hicrî 921'den sonra fethin gerçekleşeceğini ifade etmiştir.( Âlusî, I/8; Badıllı, Abdulkadir, Risale-i Nur'un Kudsi Kaynakları, 956.)

Celcelutiye Kasidesi Ebced Hesabına Göre Yazılmıştır: 

Hazreti Ali Radıyallahü Anh'ın en meşhur Kaside-i Celcelutiyesi, baştan nihâyete kadar bir nevi hesab-ı ebcedi ve cifir ile te'lif edilmiş ve öyle de matbaalarda basılmıştır. ( Nursi, Sikke-i Tasdik)

Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî'nin kaleme aldığı meşhur Mecmuatu'l-Ahzab adlı eserde Celcelutiye kasidesine de yer verilmiştir. "Bede’tu bi bismillah" cümlesiyle başlayan kasidenin son beyti, kaside sahibi Hz. Ali'nin ismini gösteren ve "Bunlar, yaratıklar insanlar için bir araya getiriliş ilimlerin sırları olup, Hz. Muhammed (a.s.m)'in amcasının oğlu Ali'nin makalesidir" anlamına gelen:

"Mekalu Aliyyin ve’bnu ammi Muhammedin ve sirru ulûmin lil-halaiki cümmiat" beytiyle sona ermiştir. Bediüzzaman'ın da işaret ettiği gibi, kaside baştan sona kadar ebced hesabını gösterir şekilde basılmıştır.( . Gümüşhânevî, Ahmed Ziyaeddin, Mecmûatu'l-Ahzâb (Şâzelî kısmı), 499-531.)
Bazı Tevafuk Tabloları ve Kelimelerin Aritmetik Değerleri 

Allah'ın, sonsuz ilmiyle her şeyi nasıl kuşattığını ve her şeyi nasıl bir bir saydığını gösteren tevafuk tablolarının ve kelimelerin aritmetik değerlerinin, Kur'an nezdindeki değerini anlamak için Kur'an'ın kendisine bakmak yeterlidir.

Konu İle İlgili Bazı Misâller: 

1. “Allahumme Malike’l-mülk” (Ali İmran, 3/26) İfadesi:
 

a. Bu ayette söz konusu olan “Allah” ve “Malik” isimlerinin buraya kadar ki tekrar sayısı: 319’dur.( . Bu ayete kadar Allah ismi, 306, aynı kök harflerinden gelen İlâh kelimesi, 11, Malik kelimesi bir defa geçmiştir. Buna göre burada “Allahumme” kelimesi 319. sıradadır.)

b. Bu ifadenin ebced değeri de 319’dur.

c. Bu ifadenin yer aldığı ayet, Kur’an’ın 319. ayetidir.

Bu ayet-i celile, tevafuk lisanıyla diyor ki: Mülkün maliki olan Allah, Kur’an’ın da sahibidir. Bütün mülkünü tek tek sayıp bildiği gibi, Kur’an’ın her tarafını da tek tek sayıp biliyor. Bu ise, Kur’an’ın O’ndan geldiğini gösterir.

2. Allah’ın “ Şehid” ismi: 

a. Her şeyi görüp bilen anlamındaki Allah’ın bu isminin matematik değeri 319’dur.

b. Bu ismin, merfu (ötreli) şekliyle 9. tekrarını yaptığı ve Kur’an’ın genelinde en son geçtiği Buruc Suresinin 9. ayeti, Kur’an’ın sondan 319. ayetidir.

Bu tevafuk şöyle diyor: İyi bilesiniz ki, Şehid kelimesini böyle harika bir tarzda yerine koyan Allah, her şeye şahittir. 

3. “Hum bâliğûh”: 

a. “Biz, ulaşacakları bir müddete kadar onlardan azabı kaldırınca, hemen sözlerinden dönüverdiler” (Araf, 7/135) ayetinde yer alan ve “onların ulaşacakları” anlamına gelen “hum bâliğûh” cümlesinin ebced değeri, 1089’dur.

b. Bütün Kur’an’da yalnız bir defa kullanılan bu cümlenin geçtiği ayet, Kur’an’ın 1089. ayetidir.

Sanki bu tevafuk diyor ki: İyi bilinsin ki, siz Kur’an’ı okurken, nasıl bu ayete ulaştınız, onlar da aynen söz verdiğimiz sürelerine ulaştılar; sonra cezaya çarpıldılar. Demek, zulüm söz konusu değildir.

4. “Gaybı bilen Allah”: 

a. “Onlar bilmiyorlar mı ki, Allah onların gizli tuttuklarını da, fısıltılarını da bilir. Ve şüphesiz Allah, gaybları (gizlilikleri) çok iyi bilendir” mealindeki ayetin son cümlesinin asıl metni “ve ennellahe allamu’l-ğuyûb”dur. Bu cümlenin matematik değeri, 1313’tür.

b. Bu cümlenin bulunduğu ayet (Tevbe, 9/78), Kur’an’ın 1313. ayetidir.

c. Cümlenin ebced değeri ile ayetin genel sırası, 13 sayısını gösterdiği gibi, 
ayetin suredeki numarası da 78 olup 6x13’tür.

d. Ayet numarasının gösterdiği 78 rakamı, hem “aded”, hem de “Hakim” kelimesinin matematik değeridir. Bu ise, burada hikmetli bir sayısal tablonun gösterildiğine işarettir.

Bu tevafuk, ayette yer alan “ve ennellahe allamu’l-ğuyûb” cümlesinin dediği gibi, Allah’ın bütün sırları /gizlilikleri bilen, sonsuz bir ilim sahibi olduğunu, Kur’an’ın ise, bu sonsuz ilim sahibinin kitabı olduğunu göstermektedir.

Risaleti Tasdik Eden Bazı Tevafuklar 

1. “İnneke le mine'l-mürselîn” :
 

Bilindiği gibi, Hz. Muhammed (a.s.m) 611 tarihinde peygamber olarak gönderilmiştir. Bunu ilan eden: "Şüphesiz Sen gönderilmiş peygamberlerdensin" mealindeki ayet, Kur'an'da iki yerde zikredilmiştir (Bakara,2/252; Yasin, 36/3).

Ayetin asıl metni:“İnneke le mine'l-mürselîn” cümlenin harf sayısı (okunmayan vasıl hemzesi hariç) 13’tür. 13 harften meydana gelen bu cümlenin ebced değeri ise, 13'ün 47 katı olan 611’dir. Ayetin matematik değeri, anlamını teyid etmekte ve O'nun –miladî olarak- peygamber olduğu tarihi vermektedir.

Şayet okunmayan vasıl elifi de sayılsa, bu cümlenin ebced değeri, 612 olup 36x17’dir. Manidâr bir tevafuktur ki bütün Kur’an’da, Hz. Peygamber (a.s.m)’e hitap eden "Şüphesiz Sen gönderilmiş peygamberlerdensin" mealindeki ayet, yalnız söz konusu iki yerde geçmiştir. “gönderilmiş peygamberler” tabiri, bu iki ayet arasında, ebced değerlerine uygun olarak 17 defa tekrarlanmıştır.

2. “ABESE” Kelimesi: 

Abese suresinin ilk iki ayetinin mealleri şöyledir: "A'mânın kendisine gelmesinden ötürü yüzünü ekşitti ve arkasını döndü"
İşte bu üslupta bir harikalık vardır. Çünkü cümlede kullanılan "Abese" fiili malum olmasına rağmen faili zikr edilmemiştir. Bu üslup alışageldiğimiz ifade tarzlarının dışındadır.

Ancak Kur'an-ı Hakim burada mucize bir belgeyi göstermiştir. Şöyle ki; açıktan zikredilmeyen cümlenin faili, bizzat "Abese/Yüzünü ekşitti" fiilinin ebced değerinin içerisindedir. Evet bu kelimenin ebced değeri 132 olup "Muhammed" isminin karşılığıdır. Yine kendisinden yüz çevrilmiş kişinin de ismi verilmemiş ancak, onu da, "el-A'ma" kelimesinin ebced değerinde şifrelemiştir. Evet bu kelimenin ebced değeri 143 tür. Söz konusu kimsenin ismi "Abdullah"ın ebced değeri de 143 tür.

Bu bağlamda görülen bu tevafukları kör tesadüf rüzgârlarına havale etmek doğru değildir.

3. "Eğer seni vefat ettirirsek..”: 

Kur'an'da Hz. Peygamber (a.s.m)'e hitaben "Eğer seni vefat ettirirsek.." cümlesi üç defa zikredilmiştir. Bunlardan ilki Yunus suresinin 46. ayetinde geçmiştir.

Ayetin meali "Eğer onları tehdit ettiğimiz (azabın) bir kısmını sana (dünyada iken) gösterirsek (ne a'lâ); yok (onu göstermeden) eğer seni vefat ettirirsek nihayet onların dönüşü de bizedir. (O zaman onlara neler olacağını göreceksin.) Sonra Allah onların yapmakta olduklarına da şahittir."

Ayette azabın bir kısmının Hz. Peygamber (a.s.m)'e gösterilebileceği hususu vurgulanmıştır.

Mekke'de inen bu surede belirtilen azabın bir kısmı Bedir savaşında gerçekleşmiş ve Hz. Peygamber (a.s.m)'e gösterilmiştir.

Ayette ifade edilen Hz. Peygamber (a.s.m)'in vefat haberi de çok harika bir tarzda ihbar-ı gaybi nevinden söz konusu yapılmıştır. Şöyle ki: "Eğer seni vefat ettirirsek" cümlesi, Kur’an’da üç defa geçmektedir. Bu cümle açıkça, Hz. Peygamber (a.s.m)’in vefatından söz etmektedir. Geçtiği üç sure ve ayet numaraları da, Hz. Peygamber (a.s.m)'in ömrü olan, 63'ü gösteriyor. Ayet ve Sure numaraları şöyledir: Yunus 10 /46, Ra'd 13/40 ve Ğafir 40/77. Buna göre, ayet numaralarının toplamı: 163’tür. Sure numaralarının toplamı ise, 63’ tür.

"Eğer seni vefat ettirirsek" cümlesinin harf sayısı, 9’dur. 63 sayısı ise, 9'un 7 katıdır.

Vefatı haber veren bu cümlenin -harfleriyle beraber- ebced değeri, 632’dir. Bu da Hz. Peygamber (a.s.m)'in, miladi vefat tarihidir. İşte tevafuk penceresinden gaybî haberlerin aşikar bir görüntüsü!

Son olarak bütün bu örnekler de gösteriyor ki ebcet ve cifir ilmi Kuran’ın aritmetik dilinin bir ilanı, bir aracı hükmündedir.Ebced ve Cifir ilmi Kuran’ın ince ve gizli kalmış i’cazlarının ifade edilmesinde ilim üstatlarının bir alet ve edevatı gibidir.Ebced ve cifir ilmi ehil olanların elinde Kurana bir hizmetkar hükmüne geçiyor. Ehli Sünnet usulünün dışına çıkmış birkaç bidat ehli hocaların mesnetsiz tenkitleri bu hususta bir şey ifade etmez.Tarihte bu gibi hocalar hep var olmuştur ve her zamanda var olacaklardır.



KaynakSorularla Risale