1 Eylül 2011 Perşembe

ASLI ASLINA NESLİ NESLİNE...

Padişah biraz düşünceli sanki.

Ellerini arkasına atmış, bir sola yürüyor, bir sağa. Bunda bir iş var.

Vezirini çağırıyor. Hâlâ düşünceli. El pençe huzura geliyor vezir. Padişah başını kaldırıyor, bir an duruyor, vezirinin gözlerine bakarak soruyor:

- Hızır hayatta mıdır?

Vezir bir an duraklıyor ve cevap veriyor:

- Söylenenlere göre hayattadır Sultanım.

Padişah koltuğuna otururken konuşuyor:

- Hızır’la görüşmek istiyorum. Ne yapıp edip, bana Hızır’ı bulacaksın!

Yutkunuyor vezir:

- Bu işi benim halletmem çok zor hünkârım. Ama Şeyhülislâm Efendi, onun mutlaka bir bildiği vardır.

Kapıda bekleşenlerden birisi hemen dışarı koşuyor. Az sonra Şeyhülislâm önde, o arkada, geri dönüyorlar. Şeyhülislâm da çaresiz boynunu büküyor:

- Hızır’ı bulmak kemalât işidir Sultanım. Nice ilim sahipleri onun yüzünü bile görmemiştir. Ama öyle gönül ehli zatlar vardır ki, istedikleri an görüşürler Hızır’la. Bana biraz mühlet verin, Hızır’ı bilip getirebilecek birini bulayım size…

Ülkenin dört bir yanına tellallar gönderiliyor. Hızır’ı bulup saraya getirebilenin mükâfatlandırılacağı ilan ediliyor. Beklemeye başlıyorlar. Nihayet fakir bir zat Şeyhülislâm’ın huzuruna giriyor:

- Hızır’ı aradığınızı duydum, beni padişahla buluşturun.

Şeyhülislâm sevinçle ellerinden tutuyor mübarek zatın, padişahın huzuruna çıkıyorlar. Diyor ki o kişi:

- Sultanım, bana kırk gün mühlet verirseniz, Hızır’ı bulup size getirebilirim.

Padişah kabul ediyor, ama adamın bir şartı daha var:

- Kırk gün boyunca siz sarayda ne yiyip içiyorsanız, bir mislini bizim eve de göndereceksiniz…

Fakirin bu isteğinin de yerine getirilmesi emir buyruluyor.

Evine gelince içini bir endişe kaplıyor fakir adamın. Bu işin sonunu düşünüp korkmaya başlıyor. Kapı çalıyor o esnada. Bir dolu adam kap kap yiyeceklerle kapının arkasında duruyorlar. Evin hanımı şaşkın. Efendisine bu işin hikmetini soruyor. Gülümsemeye çalışıyor adam:

- Sorma hanım, kırk gün boyunca biz de padişah gibi yiyip içeceğiz. Ama kırk gün sonra başımıza neler geleceğini Allah bilir.

Hadiseyi baştan sona anlatıyor. Kadın endişeyle soruyor:

- Sen Hızır’ı bilir misin Efendi?

Başını eğiyor adam:

- Bilmem.

Ayağa kalkıyor kadın telaşla:

- Ne cesaretle yaptın bu işi?

Adam kafasını kaldırıp derin bir nefes alıyor.

- Allah kerimdir hatun, fukaralıktan bıktım yoruldum artık. Padişahın Hızır’ı bulacak bir adam aradığını duyunca, ömrümüzde kırk gün olsun saray yemeği yiyelim dedim. Allah’a, Rasulullah’a, Hızır Aleyhisselam’ın ruhaniyetine sığındım, bir hatadır yaptım işte. Allah büyüktür…

Gözleri doluyor adamın. Kadın sofrayı kurarken kocasına bakıyor:

- Kırk gün çabuk geçer bey, Allah yardımcın olsun.

Kırk gün sonunda adamın evinin önüne iki at getiriyorlar; biri fakire, diğeri de Hızır için. Adam atları getirenlere biraz beklemelerini söylüyor. Eve dönüp bir güzel abdest alıyor, iki rekât namaz kılıp ellerini açıyor Rabbi’ne:

- Ey kulunun gönlünü bilen Rabbim, Habibinin yüzü suyu hürmetine, beni Sultan'ın huzurunda mahcup etme…

Duasını bitirip karısıyla helalleşiyor. Kadın ağlamaklı…

Fakirin yalnız geldiğini görünce adamlar Hızır’ın nerede olduğunu soruyorlar. “Bu Sultan’la benim aramdadır, saraya gidelim.” diyor fakir.

Padişah heyecan içinde. Etrafında bir sürü kalabalık. Nihayet Hızır’ı görecekler. Bir koşuşturmaca, bir gürültü, bir heyecan… işte adam geldi. Padişah onun yalnız olduğunu görünce şaşırıyor:

- Hızır nerede?

Adam iki büklüm, mahcup, gözlerini yerden kaldıramıyor. Padişah bir-iki adım daha yaklaşıp konuşmaya başlıyor:

- Sultanım, ben ömrüm boyunca Hızır’ı hiç görmedim. Fakirlikten perişan haldeydik. Nefsime uydum, kırk gün sizin gibi yaşamak istedim. Sizin asalet ve sultanlığınızın izzetine sığınıyorum. Beni hoşgörün, affedin, Allah sizi Hızır’a kavuştursun.

Kalabalık homurdanmaya başlıyor. Padişah celalli:

- Kırk gün bizi ne diye oyaladın? Niye hakkından gelemeyeceğin bir işi vaad ettin? Madem fakirsin, gelip bir ihsan isteseydin bizden! Kırk gün bizi oyalamak olur mu?

Padişah küplere binmiş vaziyette. Şeyhülislâm perdenin arkasına saklanıyor. Fakir başını kaldırıp bakamıyor. Padişah öfkeyle baş vezirine döndü:

- Şimdi buna ne ceza verelim?

Fakir adam korkuyla cevabı bekliyor. Başvezir padişahtan daha kızgın:

- Onu parça parça edelim Sultanım. Her parçasını şehrin bir ucuna dikelim. Herkes anlasın Sultan’a yalan söylenmeyeceğini…

O sırada bir çocuk ileriye çıkıyor kalabalığın arasından. Saray erkânından birinin çocuğu olmalı bu. Belki de misafirlerden birinin yanında gelmiştir. Ne kadar da masum bir yüzü var… Fakirin yanına kadar gelip, Başvezir'e bakıyor. Bir şey söyleyecek sanki. Ve konuşuyor. Bir çocuktan beklenmeyecek bir ses tonuyla konuşuyor:

- Aslı aslına, nesli nesline, Hu!

Padişah ikinci vezirine dönüyor:

- Sen söyle ne ceza verelim bu adama?

İkinci vezir Başvezir’den aşağı kalacağa benzemiyor. Gözlerini kısarak konuşmaya başlıyor:

- Sultanım, onu parçalayıp etlerini dibekte dövelim. Keşkek yapıp, şehrin dört köşesine bırakalım sonra. Kimse bir daha böyle bir şey yapmaya cesaret edemesin!

Aynı çocuk yine ileri çıkıp, aynı şeyi bir daha söylüyor:

- Aslı aslına, nesli nesline, Hu!

Padişah üçüncü vezirine bakıyor bu kez:

- Sen ne dersin?

Asil bir adama benziyor üçüncü vezir, gözlerinde merhamet var. Tane tane konuşmaya başlıyor:

- Diğer vezirleriniz doğru söylerle. Sultan’ı kandırıp kırk gün oyalamak elbette az bir suç değildir. Ama bana sorarsanız, size düşen af ile muamele etmektir. Affetmek peygamberlerin sıfatıdır Sultanım.

Üçüncü vezir sözünü bitirirken çocuk bir kez daha geliyor:

- Aslı aslına, nesli nesline, Hu!

Çocuğun ortaya gelip sürekli aynı şeyi söylemesi padişahın dikkatini çekiyor. Adama dönerek soruyor: “Bu çocuk senin neyin olur?” Yavaşça başını kaldırıyor adam. Üçüncü vezirle göz göze geliyorlar. Biraz rahatlıyor sanki.

- Ben bu çocuğu tanımam Efendim. İlk defa görüyorum. Herhalde buradakilerden birinin oğludur.

Padişah çocuğa dönüyor bu kez:

- Sen kimsin çocuk? Vezirlerimin üçü de başka başka şeyler söylediler, ama sen her defasında “Aslı aslına, nesli nesline, Hu!” dedin. Bu ne demektir?

Çocuk padişaha biraz daha yaklaştı. Kalabalık çocuğu görmek için halkayı biraz daha daralttı. Çocuk konuşmaya başladı:

- Sultanım, benim kim olduğumdan evvel, vezirlerinizin kimler olduğunu öğrenin.

Herkes şaşkınlık içinde çocuğa bakarken, o tane tane konuşmaya devam etti:

- Başvezirin bir kasabın oğludur. Babası et kesip parçalardı. O da babası gibi kırmaktan, parçalamaktan başka iş bilmez. Teklifi buna göre oldu. İkinci vezirin bir aşçının oğludur. O da babasına benzer; ezmeye, pişirip kaynatmaya meyillidir, teklifi de bu istikamette idi. Üçüncü vezirine gelince, o bir vezirin oğludur. Yani asil, olgun bir zatın oğlu. Onun teklifi ise bu asalete uygun oldu. Bana gelince, ben aramakta olduğun Hızır’ım. Allah bu fakir adamın hatırına buraya gelmemi emretti. Şimdi sana nasihatim şudur: Birinci vezirini saraya kasapbaşı, ikinci vezirini aşçıbaşı yap. Üçüncü vezirini de lâyık olduğu üzere kendine başvezir yap. Şu fakir adamdan da ihsanı kesme, o sabırlı ve güzel bir adamdır.

Hızır sözlerini bitirdiğinde herkes şaşkınlık ve hayret içinde… Kalabalık adeta taş kesilmişken, çocuk birden ortalıktan kayboluyor. Sarayın dört bir köşesini arıyorlar ama nafile…

Serdar TUNCER/Satır Arası Hikâyeler

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder